top of page
  • Writer's pictureŞafak Göktürk

TÜKENEN SERÜVENİN DIŞ POLİTİKA BOYUTU

Adalet ve Kalkınma Partisi 19 yıl önce iktidara geldiğinde dış politikada Cumhuriyet'in rasyonel ilke ve davranışları üzerine kurulmuş bir ilişkiler ağı devraldı. Ancak, şansı bununla da sınırlı değildi. Zira,

a. Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında kanat ülke hüviyetinden bölgeler arası merkezi konuma doğru geçiş sürecindeydi.

b. Ülkenin artan ekonomik, siyasi ve yumuşak güç kapasitesi “itme-çekme" (push and pull) dinamiğini harekete geçirmiş, yakın çevresinden başlayarak dış dünya ile etkileşimi artmıştı.

c. Küresel düzeyde güç parçalanması belirginleşmiş, Türkiye’nin de görece ağırlığı artmıştı.

d. Bunlara koşut olarak işbirliğinde bölgeselleşme eğilimleri bölgesel sahiplenme dürtülerini beraberinde getirmişti.

Bu ehven koşullar, yeni hükûmetin etkinlik arayışlarının önemli bir bölümünü kendiliğinden karşılıyordu. 1999-2002 arasında koalisyon hükûmetlerince gerçekleştirilmiş yapısal hukuki ve ekonomik reformlar temelinde hareket eden ve bu reformları AB üyeliği perspektifiyle derinleştirme vaadinde bulunan AKP hükûmeti, 2002-2008 zaman kesitini, bazı yalpalamalarla, büyük ölçüde bu çizgi üzerinde sürdürdü. Bu, birinci dönemdir.

2009’a gelindiğinde, iktidar lider ve kurmaylarının, içerideki güç konsolidasyonlarını ve Türkiye'nin dışarıda pekişen itibarını İslamcı geçmişleri üzerinden kıymetlendirmeye yöneldikleri görüldü. Böylece, iktidarın ideolojik yönelim dönemi (2009-2013) başladı.

Bu dönemin hazırlık evresi (2009-2011) ilk kırılmalarla kendisini gösterdi. Bunlar, 2008-9 Gazze savaşının yolaçtığı sinir yıpranması, Ocak 2009 Davos resti ve Mayıs 2010 Mavi Marmara olayıdır.

Artık, içeride demokratik reform süreci tavsamış, kumpas davalarıyla Silahlı Kuvvetlerimiz zaafa uğratılmış, hukuk siyasi araç olarak kullanılmaya başlanmıştı.

Hükûmet'in dış politikasında “ümmet"e dayalı stratejik derinlik ve komşularla “sıfır sorun" en sık tekrarlanan kavramlar haline gelmişti. Bu ikincisi aslında bir iyi dilek olmaktan ziyade, Cumhuriyet'in ulusal karakterli dış politikasını sorgulama amacını taşıyordu. Zira, bu politikanın özellikle Müslüman komşularla “doku uyuşmazlığı" içinde olduğuna inanılıyordu. Kulağa hoş gelen bu slogan gerçekçilikten kopuşun da bir göstergesiydi. Zira komşuluk, uluslar arasında yaşamların kesiştiği ortamı tanımlar. Bu, yaşanabilecek sürekli veya geçici sorunların da zeminidir. Amaç, çözülebilecek sorunların çözülmesi, karşılıklı temel tutumlar nedeniyle çözülemeyenlerin ise, daha geniş ortak çıkarlar zemininde yönetilmesidir. Yoksa, tek taraflı “sıfır sorun" beyanı, beyan sahibini baştan borçlu konuma düşürür.

Bu dönemin ikinci evresi (2011-2013) ideolojik şahlanıştır. Bu zaman kesiti Arap başkaldırılarıyla başladı. Tunus'ta başlayan ve Mısır'a sıçrayınca bütün Arap dünyasını etkileyen değişim dalgası aslında yurttaşlık hareketiydi. Teba muamelesine şehirli bir isyandı. Talepler yalındı. Onur, eşitlik, özgürlük ve yeterli aş istiyorlardı. Bunlar, Cumhuriyetimizin ilkelerini ve demokratik yönelimini teyid ediyordu. Ancak, iktidar bunu böyle okumadı. Güneyimizdeki Müslüman çoğunluklu ülkelerde değişim olacaksa, bunun, Türkiye'yi görmek istediği yönde tecelli etmesi için zamanla yarışa başladı. Zira, artık iktidar çekirdeği için demokrasi, dini temeller üzerinde bir düzenin vücut bulmasına imkan sağlanmasından ibaretti. Müslüman Kardeşler’in (MK) Mısır başta olmak üzere bir dizi ülkede, rejimlerin alan tanıması veya sosyal destek faaliyetleri nedeniyle kısmen örgütlenebilmiş tek siyasi hareket olmasının ilk serbest seçimlerde avantaj sağlayacağı beklentisi, AKP hükûmetini tek kanallı bir yola soktu.

Ancak, bu şahlanış ikibuçuk yıl içinde hüsranla sonuçlandı. Tunus'un, İslamcıları aşan demokratik uzlaşı denemesine yönelmesi, Mısır'da MK'lı Cumhurbaşkanı Morsi'nin, ihtilalin gerçek sahibi olmadan ülkeyi parti tekeline almayı hedeflemesi, buna karşılık, Silahlı Kuvvetlerin halktaki hoşnutsuzluğu istismar ederek 2013 yazında yönetime el koyması, Suriye'de MK'nın etkin bir oyuncu olamayacağının kısa sürede anlaşılması ve nihayet bu ülkenin bölgesel hesaplaşma ve devrim ateşinin söndürülmesi arenasına dönüşmesi Ankara'daki havayı tümüyle değiştirdi. Bu kayıplar içselleştirildi. Gezi Parkı sivil direnişi bunların yanısıra ve üzerine geldi. Özellikle şehirli genç nesillerin hak ve özgürlük taleplerinin biatçı tasavvurlardan ayrıştığını gösterdi. Bu iç ve dış gelişmelerin kümülatif sonucu, iktidarın varoluşsal kaygılarla sertliğe yönelmesi oldu.

İçeride güç konsolidasyonunun iktidarın bekası için yeterli görülmediği aşamaya böylece geçildi. Güven açığı, iktidarın çelik çekirdeğine dönüşünü hızlandırdı. Bu durumun dış politikada karşılığı Cumhuriyet referanslarından keskin kopuş olarak tecelli etti. Bu, 2013-2018 dönemidir. Varoluşsal endişelerin büyüdüğü bu dönemde çare, özellikle Fethullahçı hareketin darbe kalkışmasından sonra tasfiyesini de takiben tek merkezli güç konsolidasyonunda arandı. Bu tercihin Avrupa içinde ilişkilerimize etkisi tahripkâr oldu. Ortadoğu'da, Türkiye Cumhuriyeti'nin asla yanyana gözükmemesi gereken unsur ve taraflarla olanlar da dahil, ulusal çıkar ve güvenliğimizi riske sokan ilişkilere girildi. Jeopolitik konumumuz, başta NATO olmak üzere güvenliğimiz için temel zeminlerin korunup pekiştirilmesini gerektirirken, üzerinde büyük güçler kızıştırılarak anlık yararlar sağlanabilecek bir araç olarak görülebildi.

Tek merkezli güçler birliğinin yazılı ve fiili uygulaması olan Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle birlikte ise dış politika bakımından da yeni döneme (2018-2021) geçildi. Aslında bir önceki dönemin içinde de değerlendirilebilecek bu son kesitin ayrı bir aşama olarak gösterilmeyi hak etmesi, Türkiye'yi derinden etkileyen yöntemi nedeniyledir. Son üçbuçuk yılda, iç ve dış gündem sistematik olarak birleştirilmiştir.

Uygulanan yöntemin iki belirgin özelliği vardır. Birincisi, dış gündem, kamuoyu nezdinde hem güç hem de dış tehdit algısı oluşturacak boyutları öne çıkartılarak yönetilmiştir. İkincisi, bu sınamalar içeride hak, hukuk ve güvenlikte alan daraltıcı hamlelerle arka arkaya eklemlenerek -konuların örtüştüğü hallerde de birbirleriyle irtibatlandırılarak- gündem haline getirilmiştir. Bunlarla amaçlanan kümülatif etki, sürekli bir olağanüstülük halidir. Bu bakımdan, dış kriz algısı yaratılmasının, yalnızca dikkatin halkın günlük geçim ve hukuk sorunlarından uzaklaştırılması amacını güttüğünün düşünülmesi eksik olur. Bu olağanüstülük ortamı başlı başına iktidarı koruma gündemidir.

Doğal olarak, dış politika konu ve sınamaları kendi verileri üzerinden yönetilmek yerine genel bir buhran gündeminin içine sokulup araçsallaştırıldığında, yapılan hamleler ya arzulanan ölçüde sonuçlar getirmemiş, ya da ters tepmiştir. Bu süreçte tutarlılık aranmamış, kurumsallık yok sayılmıştır.

Ancak, bu yöntemin kullanım ömrü dolmuştur. Bunun belirtileri 2020’den itibaren artan ölçüde görülmektedir. Artık yapılan hamlelerle gözetilmiş hedeflerin korunmasıyla değil, bunların türevleriyle uğraşılmaktadır.

Örneğin, İdlib'de tutulan zemin, Türkiye’yi Rusya ve Suriye yönetimi karşısında radikal ve terorist grupların akıbetinden sorumlu kılmakta, diğer taraftan, sınırımıza yeni bir sığınmacı hareketini fiziki ve siyasi olarak önleyebilecek bir avantaj sağlamamaktadır. Fırat'ın doğusunda ABD, batısında Rusya harekat alanımızı tanımlamıştır. Libya'da siyasi uzlaşı süreci, zamanında geçici yönetimle yapılmış olan deniz yetki alanı anlaşmasını da, Libya'daki varlığımızı da şimdiden boşlukta bırakmış, gözettiğimiz hedeflerin yerine bunların akıbeti gündem olmuştur. Libya hamlemiz, Mısır'ın Yunanistan'la deniz yetki alanı anlaşması yapmasını tacil etmiş, Yunanistan'a karşımızda el üstünlüğü sağlamıştır. Hükûmet’in Kıbrıs sorununu, Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanı uyuşmazlıklarını ve Ege sorunlarını birbirleriyle harmanlayarak hedef büyütmesi karşımızda başka şekilde biraraya gelemeyecek bir cephe yaratmış, bu konulardaki meşru pozisyonumuz sorgulanır olmuştur. Sonuçta, denizlerde etkin varlığımızı göstermemiz de zora girmiştir. Kavala'nın uzun tutukluluğunun devamı Türkiye’nin Avrupa Konseyi'den çıkartılması ihtimalini de içeren sürece dönüşmüştür. S-400 alımı, hava savunma tedarik olanaklarımızı topyekûn sıkıntıya sokmuştur. Rusya, NATO'ya karşı zahmetsiz kazanımının keyfini sürmektedir. Örnekler çoğaltılabilir.

Kısaca, şah-mat durumuyla karşı karşıyayız.

Başa dönecek olursak tablo daha açık görülür. Bölgeler arası merkezi konumumuz işlevsizleşmiştir. Ekonomik buhranın da etkisiyle, çekim gücümüz ve dışarıya sunabileceğimiz dinamik kapasite daralmıştır. Başlı başına çığ gibi büyüyen işsizlik ve fakirlik zaten başkalarına sunabileceklerimizin eridiģini göstermektedir. Küresel güç dağılımında yerimiz aşınmıştır. Nihayet, bölgesel oyun kurucu rolümüz sıfırlanmıştır.

Dış politikamızın hali, içerideki manzaranın aynasıdır. Bu yanlıştan ancak bir bütün olarak dönülebilir.

3 views0 comments

Comments


bottom of page