Cumhuriyetimizin kuruluşunun 98inci yıldönümündeyiz. Gururluyuz, ne var ki, coşkulu kutlama duyguları içinde değiliz. Cumhuriyet’in değer, ilke ve kurumlarının topyekun hedefe konulduğu bir süreçteyiz. Ancak, bu gelişmeler halkımızın Cumhuriyet'e olan inanç ve bağlılığını da perçinliyor.
Atatürk'ün önderliğinde kurulmuş Cumhuriyetimiz akıl, ulusal egemenlik ve eşitliğe dayanır. Demokrasimiz bu zemin üzerinde vücut bulmuştur.
Bu süreçte, hukukun üstünlüğünün pekiştirilmesi en merkezi ve zorlu sınama olmuştur. Herkes için aynı ölçüde geçerli nesnel normlarda buluşulması Batı Avrupa toplumlarında da uzun ve sert mücadelelerin ürünüdür. Varılan uzlaşma, basit anlatımıyla, normlarda eşitsizlik ve ayrımcılığın kimseye kalıcı güvence sağlayamadığının idrak edilmesine dayanıyordu. Bugün hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları zemininde, yasaların kamusal düzlemde yapıldığı, herkese eşit uygulandığı ve bağımsız yargı eliyle hükme bağlandığı düzendir. Başkalarının eşit haklarına gösterdiğimiz saygı, kendi haklarımızın da güvencesidir. Demokrasilerde kurumsallık bu zeminde yükselip pekişmiştir. Bu nedenle dayanıklıdır.
Hukukun üstünlüğü kavramı dinsel referanslara da kapalıdır. Çünkü din doktrinlerinin şekillendirdiği hukuk kuralları zamanın toplumsal ve siyasal koşulları bağlamında oluşmuştur. Tarihin bu uzun kesitinde, yöneticiler konumlarını dinsel meşruiyet iddiasıyla korumuşlar, “teba"yı da toplumsal statüleri zemininde ayrıştırmışlardır. Din- devlet ilişkisi, dinler ve mezhepler bakımından farklı kurumsallaşmalar üretmişse de, özünde tümünün ortak işlevi sorgulanmayan, sübjektif, durağan ve sert hiyerarşik formların korunması olmuştur.
Bu nedenledir ki laiklik, hukukun üstünlüğünün temel sütunlarından biridir. Çıkarlarını dinsel referanslar üzerinden korumak isteyen, toplumsal dinamiklerin gerisinde kalmış kesimlerin hukuk devletinin içini boşaltma telaşı bundandır.
Ancak, yalnızca laiklikle hukukun üstünlüğünün teminat altına alınabileceği de asla düşünülmemelidir. Laikliği bağlamının üzerine taşımak tehlikelidir. Laikliğin hukuk devleti pahasına korunabileceği iddiasının yolaçtığı tecrübeler acıdır. Temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması veya askıya alınması laik düzeni korumaz. Tersine, hukukun içinin boşaltıldığı koşullar laiklik karşıtlarına da verimli alan açar. Demokrasinin olmazsa olmazı, laiklik dahil, hukukun üstünlüğünün içerdiği herşeydir.
“A la carte" demokrasi olmaz. “Bu anayasa lükstür", “sosyal uyanış, ekonomik büyümenin önüne geçmiştir", “anayasayı bir kez ihlal edersek birşey olmaz", “AİHM kararı uygulanamaz" gibi beyanlar bizzat devleti yönetenlere aittir. Bunlara koşut olarak, örneğin sendikalaşmanın, grev hakkının, eşit koşullarda toplu iş görüşmelerinin kısıtlandığı veya yasaklandığı ortamlar, yararlanacaklara sözde “dikensiz gül bahçesi” sunacakken, gülün de bitmediği akıbeti hazırlayabilmiştir. Aynı şekilde, ulusal birlik ve uyumumuzu ilgilendiren sorunların anayasal vatandaşlık temelinde pekala çözüm yoluna sokulabileceği gerçeğinden ısrarla kaçınılmıştır.
Her nesil, hak ve özgürlüklerine yeniden sahip çıkmak zorundadır. Çünkü en köklü demokrasilerde bile hukukun üstünlüğüne dayalı mutabakatın canlı tutulması gerekir. Burada sivil toplum özgürlükçü düzenin hayat kaynağıdır. Özgürlüklere kastedenlerin sivil örgütlenmeyi ezmek istemeleri bu nedenledir.
Sivil toplum örgütlenmesi, Türkiye'de daha çok siyasi partiler üzerinden düşünülegelmiştir. Oysa, partilerin temel işlevi, sivil dinamik ve talepleri siyasi yönetim düzeyine taşımaktır. Zayıf sivil toplum örgütlenmesi, siyasi partilerin de sığlaşmasına yolaçar. Bu durum, yukarıdan aşağıya oynayacakları önderlik rolünü de kısıtlar.
Sivil hareketlerin aralarındaki kopukluk bir başka zafiyettir. Avukatlar, hekimler, mühendisler, işçiler, çiftçiler, sanayiciler, kadınlar, öğrenciler, akademisyenler ve diğerleri işlevleri zemininde ve haksızlıklara karşı saygınlık ve heyecan uyandıran dirençler gösteriyorlar. Aslında bugün hepsinin ortak talebi hukukun üstünlüğüdür. Seslerini bu ortak zeminde birlikte duyurmaları etkilerini artırır.
Dış ilişkiler de, özünde, toplumun her öznesinin çıkar ve geleceğiyle doğrudan bağlantılıdır. Başka meslekler gibi, diplomasinin de gerektirdiği yetkinlik onu uygulayanlar içindir, ancak yaptıkları iş toplumu ilgilendirir. Vatandaşın kendi yaşam koşulları ile uygulanan dış politika arasındaki bağı gözetmesi demokratik bir hak ve gerekliliktir.
Sağlıklı dış politikada ideolojik şartlanmalara ve kişisel beka saiklerine yer yoktur. Dış ilişkiler iç gündemle harmanlanmışsa, herkes, uzman görüşü aramaksızın, yanlış yolda olunduğu kesin sonucuna ulaşabilir. Bir ülkenin çıkarları elbette kendi konumu ve verileri üzerinde şekillenir. Ancak dış politika, iç politika zemininde değil, çıkarların diğer ülkelerin çıkarlarıyla kesiştiği alanda yürütülür. Bu kesişmenin dinamikleri ise uluslararası düzlemde oluşur. Bu sürece iç siyasi kazanç gözetilerek müdahale edilmesi, cerrahi işlemin mutfak aletleriyle yapılmasına benzer. Sonuçlarını görüyoruz.
Türkiye'nin jeopolitik konumu müstesna önemdedir. Bu, yanlış adımların üzerimize büyük riskler çekeceği anlamına da gelir. Konumumuz, ülkemize gösterilen olumlu ve olumsuz ilginin başlıca bir kaynağıdır. Bu ilgi yalnızca güvenliğimize ve bölgemizdeki etkinliğimize katkıya yönlendirilmelidir. Varlık zeminimiz üzerinden pazarlık yapılmasına ise alan açılmamalı, başka güçleri kızıştırarak kazanç yolu aranmamalıdır.
Özgür toplumlar, özgür bireylerden oluşur. Sorgulanamayan yönetimler altında halk egemenliği kağıt üzerinde kalır. Cumhuriyetimiz, güçlüklere rağmen, “fikri hür, vicdanı hür" nesiller yetiştirebilmiştir. Muarızlarının kabusu da budur. Tecrübelerimiz göstermiştir ki, demokrasi Türkiye için bir tercih değil, zorunluluktur. Türk vatandaşları olarak, güçlü demokrasiyle Cumhuriyetimize sahip çıkma iradesini birlikte göstermeliyiz.
Comments