top of page
  • Writer's pictureŞafak Göktürk

BÖLGESEL SAHİPLENME NEDİR, NE DEĞİLDİR

Bölgesel işbirliği, Atatürk’ün Cumhuriyetimizle özdeşleşmiş “yurtta barış, dünyada barış" ilkesinin ana sütunlarından biridir. Zira, ortak sınır, ortak coğrafya aynı zamanda ortak kader demektir. Bu kaderi birlikte sahiplenmenin ilk anlamlı örneği Balkan Antantı’dır. Bu anlaşma, kısa ömürlü olsa da, Cumhuriyetimizin onbirinci yılında, kendimize henüz doğrudan bir tehdidin mevcut olmadığı koşullarda bile bölgesel dayanışmanın ortak güvenlik ve istikrarımız için ne denli önemli olduğunun bilinciyle hareket ettiğimizin anlamlı bir tezahürüydü.

Bu anlayışımıza koşut olarak, Cumhuriyet dönemimiz boyunca, Suriye’de 2011’de başlayan çatışmalara kadar, yakın coğrafyamızda başkaları arasında yaşanan husumet ve savaşlara müdahil olmaktan hep kaçındık. Türkiye, bütün bu süreçte, istikrarsız Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların ortasında bir istikrar adası olarak görüldü. Çatışan taraflar da bize güvendiler. İran-Irak savaşında arabuluculuk rolü üstlendik, iki ülkeyi karşılıklı olarak başkentlerinde biz temsil ettik. Birinci Körfez Savaşı sonrasında Irak ve kuzeyinden kaynaklanan sınamalara karşı İran ve Suriye'yle birlikte üçlü mekanizmayı oluşturduk. Arap ülkeleriyle karşılıklı yarara dayalı dengeli ilişkilerimizi koruduk ve güçlendirdik. İsrail ile açık sözlü ve sağlıklı ilişkiler geliştirdik. Bu ilişkilerimiz zamanla bütün Arap devletleri tarafından da takdir edildi. Filistin sorununun İsrail'le iki devletli, kalıcı bir çözüme kavuşturulması çabalarında Türkiye, iki tarafın da güvendiği ve katkılarının iştiyakla beklendiği bir oyuncu olarak belirdi. Dahası, İsrail ve Suriye Golan Tepeleri konusunda arabuluculuğumuzu kabul etti. Kuzeyimizde, bizim projemiz olan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı hayata geçirildi. Yugoslavya'nın dağılmasından sonra yaşanan savaşların ardından Balkanlarda istikrarın tesisinde nazım rol oynadık, ikili, üçlü ve çoklu işbirliği mekanizmalarının kurulmasında öncü olduk.

Bunların ardından, 2002 yılında ABD'nin Irak'ı işgal etme hazırlığına başlamasıyla büyük bir sınav verdik. 2002-2005 arasında yaklaşık dört yıl süreyle Ortadoğu Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürüttüğüm için bu sürecin doğrudan tanığı ve katılımcısıyım. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in 2002 Mart ayında Ankara'ya yaptığı ziyaret, Bush Yönetimi'nin müdahale planını kesinleştirme sürecine girdiğinin işaretini oluşturdu. İzleyen aylarda ABD'nin önce, sağlığı iyice bozulmuş olan Başbakan Ecevit'in, ardından, Kasım genel seçimleriyle işbaşına gelen Abdullah Gül Hükümeti'nin, deyim yerindeyse, üzerine çullanmasına tanık olundu. ABD, Irak'a karşı hangi harekat planını uygulayacaksa, Türkiye'den tam işbirliği bekliyordu. 1999 Marmara depremini, ardından 2000 ve 2001 banka krizlerini yaşamış ve gayrisafi milli hasılası çift haneli rakamlar ölçüsünde daralmış Türkiye’nin, ABD'nin talepkarlığı karşısında çok direnemeyeceği uluslararası çevrelerde paylaşılan genel kanaatti. Bu kanaat, Arap dünyasında daha da keskindi.

Yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti, Dışişleri kadrolarıyla çok yakın bir mesai verdi. İki ana kulvarlı bir yaklaşım benimsendi.

Bir taraftan, ABD'nin Irak'a müdahale niyeti kesin görünüyordu. Başlatılan ikili müzakerelerde Türkiye’nin güvenliği, Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması, Türkiye'nin yapabilecekleri ve yapmayacakları en açık şekilde dile getiriliyor, ABD'nin bölge gerçeklerini daha isabetli değerlendirmesi için de çaba harcanıyordu.

Diğer taraftan, Cumhuriyet ilkelerimiz, tarafımıza açık bir husumet ya da saldırı sözkonusu olmadan, BM Guvenlik Konseyi’nin de açık bir kararı bulunmadan, komşu bir ülkeye topraklarımız üzerinden müdahalede bulunulmasını geçerli kılmıyordu. Böylece, ikinci kulvarımız, Cumhuriyetimizin sağlam geleneği ışığında, bölgesel sahiplenme girişimi oldu.

Saddam rejiminin, işin ciddiyeti konusundaki doğrudan mesajımızı almamayı tercih etmesinden sonra, Irak'ın o sırada teknik olarak savaş durumunda olduğu Kuveyt'in dışındaki bütün komşuları ve Araplar arasında merkezi konumdaki Mısır'la birlikte neler yapılabileceğinin araştırılmasına karar verildi.

2003 yılına böyle başlandı. Başbakan Gül, benim de içinde yeraldığım nüve bir heyetle birlikte, Gulfstream ATA uçağıyla, sırasıyla Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran'ı ziyaret etti.

Günler ilerledikçe uluslararası basında da artan yankı bulan bu girişimimiz bölgede büyük bir şaşkınlık ve memnuniyetle karşılandı. Burada paylaşacağım iki küçük anı bu ülkelerde yarattığımız olumlu ruh halinin çarpıcı örneklerindendir. 3 Ocak günü Şam Havaalanı'na indiğimizde, Şam Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol uçağa çıkarak, “apronda Suriye Başbakanı ve tüm kabinesinin karşılama için hazır beklediğini" haber verdi. Suriye'den sonra, Mısır'da önce Cumhurbaşkanı Mübarek'le görüşme için Şarm el-Şeyh'e, ardından Arap Ligi merkezini ziyaret etmek üzere Kahire'ye geçtik. Arap Ligi Genel Sekreteri Amr Musa, heyetler masada yerlerini aldıktan hemen sonra, “Sayın Başbakan, bize sırtınızı döndünüz diye düşünürken yüzünüzü döndünüz, Türkiye hoşgeldi", dedi.

Girişim 23 Ocak'ta semeresini verdi. Altı ülkenin Dışişleri Bakanları Çıağan Sarayı'nda biraraya geldiler. Başbakan Gül'ün gözetiminde gerçekleşen uzun toplantının ardından Irak'ın bütünlüğünün ve istikrarının bütün bölgeyi ilgilendirdiği ve sahiplenildiği, olabilecek en açık dille vurgulandı ve yaklaşan savaş ihtimaline karşı güçlü bir çağrı yapıldı.

Daha sonra “Irak'a Komşu Ülkeler Girişimi" adıyla anılacak sürecin bu ilk hamlesi ne Saddam'ı yeniden düşünmeye zorladı, ne de sonuçta ABD'nin 19 Mart’ta başlayan Irak harekatını durdurabildi. Ancak, önceleri ABD’nin de kuşkuyla baktığı bu girişim hızla düzenli bir mekanizma haline geldi. Kuveyt ve daha sonra Irak'ın kendisi grupta yerini aldı. Grup, dönüşümlü olarak başkentlerde toplantılarına devam etti. Ancak, belki de en önemlisi, bu bölgesel format temelinde, Birleşmiş Milletler, BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi, Avrupa Birliği, Arap Ligi ve – o zamanki adıyla- İslam Konferansı Örgütü biraraya geldiler. Irak üzerinde, işbirliği temelinde uluslararası bir gözetim oluştu. Süreç ilerledikçe, Dışişleri Bakanları mekanizmasının yanında İçişleri Bakanları toplantıları da yapıldı.

Bu girişim sayesinde, bölge ve ötesindeki tarafların birbirinden çok farklı çıkar ve beklentileri dengelendi, sağlanan şeffaflıkla farklı niyetlere karşı caydırıcılık sağlandı, Irak'ın bölgeyi de istikrarsızlığa savuracak bir çatışma kaynağı olması önlendi, nihayet Irak'a ilişkin en kötü senaryoların önü alındı ve ülkenin nisbi istikrara kavuşması mümkün oldu.

Türkiye'nin böyle bir girişimin öncüsü ve sürecin sürükleyicisi olması bölgedeki güvenilirlik ve saygınlığını pekiştirdi. Bu sürecin bölge üzerindeki olumlu etkisi, 1 Mart tezkeresinin TBMM'de kabul edilmemesinin uyandırdığı memnunluktan daha büyük ve sürekli olmuştur.

Kahire'de Büyükelçi olarak geçirdiğim dört yılda (2005-2009), bölgede lehimize güçlenen havayı yerinden gözlemleme imkanını da buldum. Aslında yaşanan, çağdaş Cumhuriyet ülkümüzün doğruluğunun bir teyidiydi. Bizi, güney ve doğu coğrafyamızdan farklı kılan daha az ya da daha çok dindar olmamız değil, eksiklerine rağmen demokratik bir hukuk devleti olmamızdı. Bunun dış politikamızdaki ifadesi ise, saplantılardan arınmış, karşılıklı saygı ve çıkara dayalı akılcı ilişkiler geliştirmekti. Bölge zora girdiğinde karşılarında böyle bir ortak bulmaları herkese huzur veriyordu. AB'nin 2004’te Türkiye ile üyelik müzakarelerine başlama kararı alması ise, Arap ülkeleri nezdinde bu statümüzü perçinliyordu. 2006’da Lübnan savaşından sonra bu ülkeye barış gücü göndermemizin nasıl memnunlukla karşılandığı hatırlanacaktır.

2007 yılında Türkiye-Arap Ligi Ortaklık Konseyi kuruldu. Lig Troikasıyla ilk toplantı İstanbul'da yapıldı. Arap Ligi, olağanüstü gündem dışında, yılda iki kez düzenli olarak toplanır. 2007 Mart ayındaki toplantısının şeref konuğu Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül idi. Daha sonra, Arap Ligi Ankara'da ilk diplomatik temsilciliğini açtı.

Ben bütün bu süreçte, 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi adaylığımıza destek arama çalışmalarımızı Arap Ligi nezdinde de sürdürüyordum. Arap Ligi'nin 2008 Bahar dönemi Dışışleri Bakanları toplantısının açılışını izleyip, merkezdeki görevim vesilesiyle önemli bölümünü tanıdığım Bakanlarla selamlaştıktan sonra kançılaryaya döndüm. Kısa bir süre sonra elden acil bir zarf geldi. Açtığımda, Arap Ligi Dışişleri Bakanlarının Türkiye'nin Güvenlik Konseyi üyeliğine adaylığını oybirliğiyle destekleme kararı aldığını bildiren notayla karşılaştım. Suriye ve Irak'la ilişkilerimizin sorunlu dönemlerinde, Fırat ve Dicle nehirleriyle bağlantılı su gündeminin Arap Ligi kararlarında aleyhimize istismar edildiği günlerden oldukça farklı bir noktaya gelebilmiştik.

Sonra işler hızla tersine dönmeye başladı. Birinci kırılma noktası, Aralık 2008 – Ocak 2009 Gazze savaşıydı. Ardından Davos'taki tartışma, sonra da Mavi Marmara olayı geldi. İsrail'in aşırı güç kullanması ve güvenli sınırlar içinde iki devletli barış perspektifini zayıflatan tasarrufları öteden beri Türkiye'nin karşı çıktığı ve tepkisini göstermekten sakınmadığı konulardır. Bunların, ideolojik bir arka planla ve İsrail ile diyalog menzilinin dışına çıkılarak yapılmış olması bölgede zemin kaybımızın da başlangıcı oldu.

Ancak, esaslı kırılma Arap başkaldırılarıyla birlikte yaşandı. Hükümet, kendi siyasi kökeni temelinde, İslamcı hareketlerin mevcut rejimlerin yerini alacağı bir süreç tasavvur etti. Oysa, bu hareketlerin varlık sebebi mevcut rejimlere karşıtlıktı. Kitlelerin onur ve özgürlük talepleri ise bu karşıtlık ilişkisinin çok ötesindeydi. Bu gerçek Türkiye’de iktidar tarafından da açıkça görülüyordu. Rahatsızlık tam da buradaydı.

Bu bağlamda Suriye krizi patladı. Hükümet, zamanında Irak için geliştirilen politikaları Suriye’de tersine çevirdi. Esad rejimi, hükümetimizin reform telkinlerini ciddiye almadığı gerekçesiyle (eğer gerçekten böyle bir beklenti beslendiyse, o ayrıca vahim bir hayalciliktir) düşman ilan edildi. Diğer bölge ülkeleri Suriye'de istikrarsızlığı ağırlaştıran tutumlardan uzak durmaya ve krizin bölgesel, hatta uluslararası derinliğe evrilmemesi için ortak girişimlere yönlendirilmek yerine savaşa müdahil ve taraf olundu. Nihayet, Suriye'de körüklenen savaşın ve devlet kontrolunun çöküşünün yolaçtığı terör ve göç sorunlarının muhatabı olundu. Bölgedeki ve bölge dışı güçlerle ilişkiler bu dar zemine indirgendi.

Oysa süreç tümüyle farklı yaşanabilirdi. Suriye'de rejim yine kan dökecekti, yine başka ülkeler iç savaşta roller alacaklar ve yine terör örgütleri kendileri veya başkaları hesabına yapacaklarını yapacaklardı. Ancak, biz diktatöre karşı ilkeli tutumumuzu korurken, demokratik dönüşüm şansını esasen yok eden totaliterler arası savaşla herhangi bir bağ kurmamış olacaktık. Savaşanlar, sınırımıza yakın alanlarda hayat bulamayacaklardı. Bu sayede, sınır güvenliğimiz daha rahat denetlenebilecekti. Mülteci baskısı da buna bağlı olarak azalacaktı. Nihayet, Suriye’nin görece sükuna evrilmesinde ve ülkenin yaralarının sarılmasında bölgesel ve uluslararası çabaların güvenilir öncüleri arasında yer alabilecektik.

Suriye bağlamında yapıcı zemini kaybetmemize yolaçan tercihler bölge ülkeleriyle ilişkilerimizin bozulmasının da sebepleridir. Arap devletleri ve halkları, ortak tarihimiz üzerinde bizden farklı bir okuma yapmaktadırlar. Biz, başkaları tarafından hiç yönetilmedik. Ama onlar bizim tarafımızdan yönetildiler. Ortak tarihi mirasımıza bizim hissetmediğimiz bir boyuttan bakıyorlar. Bize en ziyade yakınlık besleyeni bile karmaşık duygular içindedir. Bu ilişkilerin sağlıklı olarak yeniden tanzimini ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve varlık esasları mümkün kılmaktadır. Zira, Cumhuriyetimiz, devri bitmiş bir imparatorluk sevdasını yaşatmak için değil, boyunduruk altındaki tüm halklara örnek olan bir kurtuluş mücadelesinden doğmuştur. Devletlerarası doğum belgesi egemen eşitliktir. Araplar da bu muhatapla işbirliği yapmak istemektedirler.

Dış politikamızın altın kurallarından biri Araplar arası sorunlara taraf olunmamasıdır. Egemen eşitlik ilkesi, bölgedeki tarihi mirasımızla birlikte okunduğunda bu kuralın geçerliliği daha iyi anlaşılır. Çünkü, Araplar, sorunlarına taraf olmamızı müdahalecilik olarak görüyorlar. Bundan geçici olarak kimin nemalandığı da pek önem taşımıyor. Daha sonra aralarındaki sorunları bize danışmadan hal yoluna sokabiliyorlar.

Türkiye'de iktidarın söylemindeki dinsel motifler, hele hele Osmanlı dönemini çağrıştıran boyutları, Arap devletleri ve halkları nezdinde olumlu yankılanmıyor. Müslüman Kardeşler bile özünde kendi davalarına Türkiye üzerinden sahip çıkılmasını istemiyorlar. Böyle olunca, inanç ortaklığımızın bizleri yakınlaştırdığı değil, ayrıştırdığı bir sonuç ortaya çıkıyor. İş burada da kalmıyor. Özellikle son bir yılda Doğu Akdeniz özelinde yaşadıklarımıza bakarsak, Türkiye'nin meşru hak ve çıkarlarına karşı başkalarının da, Arapların bu memnuniyetsizliğini onlarla ortak zemin oluşturmak adına istismar edebildiği görülür. Kimse “neo-Osmanlıcılık" olarak okudukları söylemlerden korkmuyor. Bunu, sadece bize karşı maksimalist taleplerinin bir gerekçesi olarak kullanıyorlar.

Yazımı, Falih Rıfkı Atay'ın “Zeytindağı"ndan kısa bir alıntıyla tamamlıyorum:

“Türk enerjisi, ancak planlanmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur. Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire'ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu'yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı. Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır".


1 view0 comments

Comments


bottom of page