top of page
  • Writer's pictureŞafak Göktürk

ARAP BAŞKALDIRISI: ON YIL SONRA

Tunus'ta seyyar satıcı bir gencin kendisini yakarak ateşlediği Arap başkaldırısının üzerinden on yıl geçti. Tunus'taki devinim 2011 başında Mısır'a sıçradığında Arap coğrafyası için geri dönelmez süreç başlamıştı. Zira Mısır, Arap ülkeler topluluğu içinde merkezi konumu, büyük nüfusu, iki yüz yıllık modern devletleşme tecrübesi ve başlıca siyasi akımların kaynağı olması temelinde bölgedeki yönelimlere çoğu kez rehberlik etmişti. Ülkenin otuz yıllık yöneticisinin gösterilerin süreklilik kazanmasından hemen iki hafta sonra görevini bırakmak zorunda kalması da bütün bölge coğrafyasını harekete geçirmeye yetmişti.

Sonrasında yaşananları biliyoruz. Devlet şiddeti, kargaşa, karşı devrim, iç savaşlar, terör, bölgesel ve büyük güç mücadeleleri birbirleriyle içiçe geçti. Bölgedeki şiddet ve yıkımın sınır komşularına ve Avrupa'ya yansıması da ağır oldu. Büyük merkezler terör saldırılarıyla sarsıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük mülteci akınıyla karşı karşıya kalındı. Bölgeden kaynaklanan istikrarsızlık toplumlarda dışarıya karşı zihinsel ve fiziki duvarları yükseltti. Bu süreçte en büyük darbeyi ise artık pek kimsenin görmediği veya görmek istemediği temel dinamik aldı. Bu, Arap halklarının onur, özgürlük ve doyurucu ekmek talebiydi.

Peki, bu iş bitti mi? Hayır. Yalnızca, uzun maçın ilk iki raundu izlendi. Çünkü ne 2011’de yaşananlar “Arap Baharı", ne de ardından gelen “Arap Kışı" idi. Bu, dönemsel ya da arızi bir olgu değildi. Başkaldırılar, rejimleri istikrarsızlaştırmak için büyük güçlerin kurduğu bir komplo da değildi. Bizler nasıl hak ve hukukumuza sahip çıkıyorsak, o ülkelerde meydanları dolduran insanlar da aynı saikle hareket ettiler. Teba olmadıklarını haykırdılar. Bu nedenle, ben 2011’de ateşlenen süreci “yurttaşlık başkaldırısı" olarak adlandırıyorum.

Halen Tunus, meydanlarda seslendirilen talepler yönünde sürekli ilerleme kaydedebilmiş tek ülke konumundadır. Değişim rüzgarının estiği diğer ülkelerin çoğunda ise ya daha da sert dikta yönetimleri işbaşındadır, ya da devlet otoritesinin tümüyle çöktüğü, yabancı güçlerin de müdahil olduğu iç savaşlar ve genel karmaşa hüküm sürmektedir.

Cevaplanması gereken soru şudur: Bu durum, Arap toplumlarının, başkaldırılarla açılan yolun temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınabileceği rejimlere evrilmesine hazır olmadıklarına mı işaret etmektedir, yoksa mevcut rejimlerin, içeriden varoluşsal tehditle karşılaşınca her ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürebilme telaşlarıyla mı açıklanmalıdır? Önyargısız cevap, ikincisidir.

Yirminci yüzyılda kurulan Arap statükosu temel bir ön kabule dayanıyordu. Buna göre, emperyal güçlerden devralınan egemenlik onu elinde tutana aitti, halkın egemenliği zaten bu iktidarda cisimleşmişti. Bu durum, devletlerin krallık ya da cumhuriyet olmalarına göre farklılık göstermiyordu. Birbirlerine bakarak, meşruluklarının teyidini alıyorlardı. Anti-emperyalist gündem ve Arap-İsrail ihtilafı da halkların duygusal zeminde çıkar ve özlemlerinin kollandığı algısını besleyen, ancak aynı zamanda içeride mesele istenmediğini hatırlatan bir bağlam oluşturmaktaydı.

Ancak, Arap rejimlerinin yirminci yüzyılda kalkınma ve sosyal gelişme politikalarıyla oluşmasına aracı oldukları yeni sosyo-ekonomik yapı, zamanla, rejimin dayattığı referansları aşan şehirli bir nüfus dinamiğine dönüştü. 2000’lere gelindiğinde, Arap metropolleri meslek sahibi ve sorgulayıcı kadroların, ancak daha önemlisi eğitimli, dünyayı yakından izleyen, işsiz ve yoksuluyla giderek kabaran genç kuşakların yoğunlaştığı merkezler oldu. Başkaldırıların, 2008 uluslararası mali krizinin de etkisiyle keskinleşen arka planı bu idi.

Bu sürecin paralelinde, Filistin sorunu, Arap yönetimlerinin halklarını arkalarında hizalandırabildikleri bir dava olmaktan çıktı. Tersine, sorunun çözümsüz kalmaya devam etmesi, yönetimlerin aczinin kanıtı olarak görüldü.

Arap rejimlerinin halk gösterilerine karşı ilk tepkileri, beklendiği gibi, “güvenlik devleti" mekanizmalarını topyekun devreye sokmak oldu. Ancak, Mısır'daki “Tahrir Devrimi", bu yönetimlerin ne tür bir yeni gerçeklikle karşı karşıya kaldıklarını hızla idrak etmelerini de sağladı. Ortak paydalarını oluşturan sorgusuz meşruiyet dönemi, bütün baskılara rağmen, sona eriyordu.

Devrim rüzgarının yaladığı ülkelerin çoğunda rejimlerin ayakta kalabilmesinde slogana karşı kaba güç etkili oldu. Ancak, rejimlerin oydaşma içinde olduğu meşruiyet statükosu artık çökmüştü.

İşte bu çöküş, gelişmeleri hızla tek tek ülkelerden bölgesel ölçeğe taşıdı. Rejimler, başkalarında yaşanan gösteri ve ayaklanmaları kendileri için de doğrudan tehdit olarak görmeye başladılar. Suudi Arabistan'ın Bahreyn'e müdahalesi bunun ilk, görece yumuşak örneğidir. 2011 başkaldırılarından bölgesel kriz ve savaşlara geçiş böyle oldu.

Halen sonuna yaklaştığımız bu kanlı ikinci evreyi herkes biliyor. Ancak, bu sürecin niçin bu şekilde yaşanmış olduğuna daha dikkatli bakmak gerekiyor.

Devrimi olduğu yerde boğmak, bu mümkün olamıyorsa, amacından saptırmak, ayakta kalan Arap rejimlerinin de, demokratik perspektif içeren dönüşümlerden zarar görecek bölge dışındaki devletlerin de ortak düsturu haline geldi. Suriye, Libya ve Yemen'de süregiden savaşlar bu ortak anlayışın pratikleridir. Paramparça olan yapılardan kendi lehine oluşumlar türetmek de bu savaşların devletlerarası çıkar mücadelesi boyutunu oluşturmaktadır.

Bütün bu süreçlerde, Arap rejimlerinin demokratik yöne evrilebilecek dönüşümleri engelleme çabalarında doğrudan ya da dolaylı en güçlü niyet ortakları İslamcı ve Selefi hareketler olmuştur. Bazılarına paradoksal gelebilecek bu önermeyi biraz açalım. Önce, gelişmelerin başlangıç odağı Mısır'a dönelim. Silahlı Kuvvetler'in himayesinde yürütülen geçiş sürecinde serbest seçimleri, görece ağırlığıyla Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi kazanmıştı. Bu hareket, askeri müdahaleyle iktidarını kaybettiği 2013 yazına kadar izlediği politikayla da otokratik eğilimini açığa vurmuştu.

Bu haliyle bakıldığında, 2011’de devrilen Mübarek'in, otuz yıl boyunca içeriye ve dışarıya, kendisi giderse alternatifinin İhvan olacağı uyarısında bulunmasının bir karşılığının olduğu sonucuna da varılabilir. Ancak mesele bu kadar basit değildir.

İhvan hareketi, Arap coğrafyasının bütünüyle Batı'daki emperyal güçlerin kontroluna geçtiği ve 1924’te ülkemizde Hilafet'in kaldırıldığı koşullarda, Avrupa'nın yönetsel, entellektüel ve fiziki üstünlüğü karşısında, tek güçlü ve yaygın yerel payda olarak görülen İslam dini üzerinden bir Arap sahiplenme akımı olarak doğmuştur. Siyasal referansı, “Müslüman halkın değer ve çıkarlarına yabancı, taklitçi yönetim” karşıtlığıdır. Sosyolojik tanımıyla dindarlıktan ayrıldığı nokta, din öğretisini günün aktörlerine uyarlayarak araçsallaştırmasıdır. Dolayısıyla, siyaseten ayakta kalabilmesi ve güçlenmesi karşıtının varolmasına bağlıdır. Referansının ortadan kalkması, kendi anlamlılığının da sonu olur. 2011 Ocak ve Şubat aylarında Tahrir meydanında gösteriler hızla büyürken, İhvan'ın uzun süre kadrolarını meydandan uzak tutmasının sebebi taktik bir bekleyişten ibaret değildi. Çünkü haykırılan talepler kendi kurgusunun dışındaydı. İhvan'ın görece seçim başarısı ise, eski rejim altında örgütünü yerel düzeyde korumasına alan tanınmasının (devletin bu toleransının başlıca bir sebebi, kendisinin yetişemediği sosyal destek çalışmalarının İhvan'ın elemanlarınca üstlenilmesini sağlamaktı) ve bu sayede devrimden hemen sonra ülke çapında seçmenleri harekete geçirebilecek kapasitedeki tek siyasi yapı olmasının sonucuydu.

2013 askeri darbesi, Tahrir devriminin ana gövdesinin Mursi iktidarının partizanlığından endişe duyduğu ve geniş halk kesimlerinin asgari de olsa bir düzen aradığı zeminde gerçekleşti. Geniş açıdan bakıldığında, aslında eski rejimin paydaşları ile Müslüman Kardeşler'in nöbetleşerek değişimi boğdukları görülür. Eski dönemin karşılıklı referans odakları, geçerliliklerini korumak adına görevlerini yapmış görünüyorlar.

Selefi hareketlere gelince, bunları, ABD'nin 2003'te Irak'ı işgalinden sonraki süreçte bu ülkede El-Kaide’ye dönüşmüş unsurlar, Suriye'de başlangıçtaki çok parçalı cihatçı gruplar ve bunların büyük bölümünün zamanla, Irak'taki türdeşleriyle de birleşerek İŞİD çatısı altında konsolide olan yapısı olarak görebiliriz. Aslında burada, Arap Yarımadası'nın jeopolitiğine uygun bir süreç yaşanmıştır. Irak'ın batısıyla Suriye'nin doğusunu içine alan orta çöl kuşağı tarihte hiçbir merkezi güç tarafından (Osmanlılar dahil) tam anlamıyla denetlenememiş, 2011 sonrasında da Suriye rejiminin ülke çapında denetiminin zayıflaması sonucunda bu kuşak, yerli aşiretleriyle birlikte, Selefilerin hakimiyetine geçmiştir. “İslam Devleti" bu geçici egemenlik boşluğunun bir tezahürüdür. Dış destekli askeri operasyonlara dayanması da bu nedenle kısa sürmüştür.

Ancak, Selefi gücün kullanılmasıyla öngörülen esas amaç hasıl olmuştur. 2011’de çeşitli grupları Körfez’deki müttefikleriyle birlikte destekleyerek işe başlayan Suudi Arabistan, bu yolla Selefilerin Suudi rejimiyle sorunu olanlarına da tam mesaili başka bir iş bulmuş, Suriye'deki değişim dinamiğinin totaliter karşıtlar arası iç savaşa dönüşmesinde rol almış ve masum değişim taleplerinin karşılanma şansının olmadığını da kendi vatandaşlarına bu şekilde göstermiştir.

Birlikte hayat pratiğinin yokedildiği bu ortamda mezhep ve etnik temelli ayrılıklar da keskinleşmiş, İran hem uzantıları yoluyla, hem de doğrudan, Irak ve Suriye'de savaşın tarafı olmuştur. Rusya ise, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bölgede kaybettiği zemini geri kazanmıştır.

Ancak, bu kargaşanın da sonuna yaklaşılmaktadır. Bunu hazırlayan koşullar tükeniş, nispi galiplerin belirmesi, savaşlara bölge içinden ve dışından (Türkiye dahil) müdahil olanların kapasitelerinin sınırına ulaşmaları ve bu müdahalelerin kendilerine dönük risklere de yolaçmasıdır. Suriye ve Libya, arazideki hakimiyet durumu ile çıkar dengelerinin buluşturulacağı noktaya doğru ilerletilmektedir. Yemen’de ise, galibi olmayan savaşın ötesinde, bu savaşın yolaçtığı ağır insani krizin gölgesi büyümektedir. Dış müdahillerin hareket alanı daralmıştır.

Bölge, yüzyıllık statükonun 2011’de çözülmesinden sonraki üçüncü evresine doğru yol almaktadır. Yeni dönem, ayakta kalmış rejimler bakımından daha zorlu geçecektir. Çünkü, dışarıyı etkileme yoluyla içeriyi muhafaza etme imkan ve kabiliyeti büyük ölçüde tüketilmiştir. 2011’de halkları sokağa döken siyasal, sosyal ve ekonomik gerekçeler ise bugün daha da keskinleşmiş olarak yerinde durmaktadır. Geçtiğimiz iki yılda, bir dizi Arap kentinde görülen uzun soluklu gösteriler, halkların tabi tutuldukları sistemin çürümüşlüğünü ve hükümetlerin yetersizliklerini artık sineye çekmediklerinin teyididir. Pandemi koşulları da, rejimlerin bu yönüne boy aynası tutmuştur.

Petrol zenginleri bakımından da artık başka bir dünya geçerlidir. ABD'nin başını çektiği kaya petrolü ve gazı devrimi, küresel iklim gündemi ve yenilenebilir enerji ile elektrikli araç teknolojileri ve yatırımlarında izlenen hızlı yükseliş, uluslararası fosil yakıt piyasasını temelinden değiştirmektedir. Bu kaynaklara sahip Arap ülkeleri bunlardan ekonomik ve siyasi getiriler elde etmeye yine devam edeceklerdir, ancak bu imkan eskisi kadar cömert olmayacaktır. Petrol zenginliğinin rejim güvenliğiyle eşanlamlı anıldığı dönemler geride kalmıştır.

Arap coğrafyasında kader çözülmesi, İsrail'le ilişkilerini normalleştirenlerin sayısının artmasından da izlenmektedir. Bundan sonra asıl farklılaşma iki jeopolitik eksen üzerinde belirginleşecektir. Bunlar Hint Okyanusu ve Akdeniz eksenleridir. Sırasıyla bu eksenler üzerinden Körfez ve Suudi Arabistan Doğu Asya ve Pasifik, Levant ve Magreb ise Avrupa ve Atlantik dinamiklerine doğru yönelerek birbirlerinden görece ayrışma sürecine gireceklerdir. Rejimlerin akıbetlerinde bu yönelimlerin etkileri de hissedilecektir.

Şimdiye kadar bölgedeki gelişmeleri, İŞİD terörüne müdahale dışında, daha ziyade seyretmekle yetinmiş, yansımalarına ise tepkisel politikalar geliştirmekten ileriye gidememiş ABD ve Avrupa'nın bundan böyle yaşananların özünü kavrayarak hareket etmeleri, Arap halklarının meşru özlemlerine önemli destek oluşturacaktır. Onurlu, eşit yurttaşlık ile sorgulanabilir yönetim talebi, mutlak otoriteyi besleyen inanç kurguları ile mezhebi ve etnik ayrıştırmaları aşan ortak paydanın ifadesidir. İlerleyen süreçte bu paydanın desteklenmesi, anılan dogma ve farklılıklardan beslenen dış güçleri geriletmenin de en etkili yöntemi olacaktır.

1 view0 comments

Comentarios


bottom of page